Hamburg Protestan Üniversitesinden Dr. Yaşar Aydın, 2021 yılında Almanya'da yaşanan gelişmeleri ve 2022 yılında Almanya'yı nelerin beklediğini Analiz Masası için değerlendirdi.
16 yıl aradan sonra iktidar değişikliğinin yaşandığı Almanya’yı 2022 yılında neler bekliyor? Yeni hükümet önüne koyduğu hedeflere ulaşmada ne tür ikilemlerle karşı karşıya? Birbiriyle çatışan hedefler karşısında düğümü nasıl çözecek?
Almanya’da 2021 yılında oldukça geniş bir yelpazeye yayılan – ekonomiden göç ve güvenlik politikalarına, küresel ticaretten uluslararası ilişkilere – birçok konu tartışıldı. Bunların arasında en önemlileri, Kovid-19 salgını, sel felaketi ve seçimlerdi. Bu üç olay kuşkusuz milyonlarca insanın yaşamını etkilemesi bakımından başlı başına kayda değer. Ancak birçok temel sorun ve gündem maddesi ile bağlantılı olmaları hasebiyle de üzerinde durulmayı hak ediyorlar.
2021’de Almanya’ya yön veren gelişmeler
Kovid-19 Pandemisi: Salgınla mücadele kapsamında alınan kararlar, milyonlarca insanın yaşamını derinden etkiledi; özgürlükleri kısıtlandı, sosyal hayattan soyutlandılar, yalnızlığa itildiler, kazançlarından, hatta işlerinden oldular. Koronavirüs salgınının etkisiyle 2020 yılında yüzde 4,9 küçülen Almanya ekonomisi, 2021 yılında da ekonomik durgunluğu aşamadı. Ülke 2021 yılını yüzde 5,2 enflasyonla tamamladı;. Enflasyon, en son 1992’de yüzde 5’i geçmişti [1].
Sel Felaketi: Temmuz ayında önce Kuzey Ren-Vestfalya (KRV) ve Renanya-Palatina’da, sonrasında ise Bavyera ve Saksonya eyaletlerinde aşırı yağışlar sonucu meydana gelen sel felaketinde büyük kayıplar yaşandı. 300’ün üzerinde insan yaşamını kaybederken, 1000’den fazla kişi de yaralandı, yüzlerce insan bulunamadı ve binlerce aile evsiz kaldı [2].
Bu iki olayın da siyasi bakımdan önemli etkileri oldu. Koronavirüs salgını yol açtığı ekonomik hasar, neden olduğu belirsizlik ve tetiklediği gelecek kaygısıyla toplumsal gerilimi ve siyasal kutuplaşmayı da tetikledi. Salgınla mücadele kapsamında alınan önlemleri reddeden anti-korona eylemleri 2021 yılında da devam etti. Aşıya karşı sorumsuzca, mesnetsiz iddialar ortaya atılarak politikacılar hedef alındı.
Anti-korona eylemleri ve sosyal medyada yapılan tartışmalar, Almanya’da ciddi bir antidemokratik, şiddet eğilimli radikalizm potansiyelinin olduğunu da açığa çıkardı. Demokratik değerlerin kırılganlığını gördük, açık toplumun komplo teorilerine ve anti-demokratik saldırılara karşı savunulması ihtiyacını hissettik.
Salgın ve sel felaketi, devletin, yani idarenin ve bürokratik yapının zayıf yönlerini, beklenmedik olaylar karşısındaki hantallığını da gözler önüne serdi. Anlaşıldı ki Federal Meclis’e (Bundestag) 2012 yılında epidemi ve pandemi olasılıklarıyla ilgili bir rapor sunulmuş ve konunun 2017 yılında Hamburg’daki G-20 Zirvesi’nde tartışılmış olmasına rağmen hükümet ciddi anlamda önlem almamış. Hastanelerdeki yatak sayısının ve yoğun bakım ünitelerinin azlığı, personel sayısının yetersizliği, maske ve solunum cihazı gibi malzemelerin eksikliğinin kaygı verici boyutlarda olması da Alman sağlık sistemi için olumsuz bir durumdu.
Salgın sürecinde başta okullar olmak üzere birçok alanda dijitalleşmenin yetersiz olduğu uzaktan eğitimde yaşanan kargaşayla açığa çıktı. Üstelik aşının Almanya’da geliştirilmiş olmasına rağmen aşı kampanyasının çok geç başlatılmış ve sürecin yavaş ilerlemiş olması da hükümetin hanesine eksi olarak yazıldı.
Bütün bunların seçimleri derinden etkilediğini söyleyebiliriz. Salgın ile mücadele sürecinde yaşanan olumsuzluklar ve açığa çıkan yapısal ve teknolojik yetersizlikler iktidarın güçlü partisinin (CDU) oylarının erimesine yol açtı.
KRV Eyalet Başbakanı ve Hristiyan Birlik partilerinin federal başbakan adayı Armin Laschet ise etkili bir kriz yönetimi gösteremedi. Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’ın hayatını kaybedenlerin yakınlarına taziye dileklerinde bulunduğu konuşmasını yaptığı sırada Laschet’in arka planda yanındakilerle gülerek laubali bir görüntü vermesi, bardağı taşıran son damla oldu. Kamuoyunda ciddi tepkilere yol açan bu davranışın Laschet’in seçimi kaybetmesinde payı olduğu yadsınamaz.
Seçimler: Koronavirüs salgınının, ekonomik durgunluğun ve gelecekle ilgili kaygıların ve belirsizliğin hâkim olduğu bir ortamda yapılan Federal Meclis seçimlerini, sosyal demokrat parti SPD önde bitirdi. Partisi SPD’yi galibiyete taşıyan Olaf Scholz, üç partiden oluşan (SPD, Yeşiller ve Hür Demokratlar) 'trafik lambası koalisyonunu' kurarak meclisten güvenoyu aldı.
Yeni hükümet ve hedefleri
Olaf Scholz başkanlığındaki hükümet 'yeni bir siyasi anlayış' ve 'ekolojik dönüşüm' vaadiyle iddialı bir başlangıç yaptı. Hükümetin başlıca hedefleri arasında iklimin korunması, ekolojik dönüşüm, dijitalleşme, devletin ve idarenin modernleştirilmesi, göç ve 'göç toplumunun' yeniden düzenlenmesi, daha koruyucu bir sosyal ve aile politikası, geniş kesimlerinin hayat standardının yükseltilmesi ve sosyal adaletsizliğin geriletilmesi vardı [3].
Hükümet programı dış politikada; Avrupa Birliği’ni küresel güçler karşısında daha bağımsız ve uluslararası siyasette ve kurumlarda daha etkin kılmayı, uzun ve orta vadede ise Avrupa Birliği’nin bir Avrupa Birleşik Devletleri’ne evirilmesini içeriyordu. Ayrıca değer temelli, demokrasi ve insan hakları odaklı bir dış politika sözü veriliyordu.
2022’de Almanya’nın önündeki zorluklar ve ikilemler
Hükümetin önüne koyduğu hedefler bir hayli iddialı ve birbirleriyle de çatışıyor. Örneğin dijitalleşme, iklimin korunması, nükleer enerjinin ve kömür kullanımın tasfiyesi, sosyal hakların genişletilmesi, halkın refah düzeyinin artırılması ciddi mali kaynak gerektiriyor. Bunun için ise üç yol var: Birincisi, borçlanma, ancak koalisyon ortağı FDP neo-liberal yaklaşım içinde ve piyasa radikalizmini savunuyor, dolayısıyla kamu borçlarının frenlenmesinden yana. İkincisi, varlıklı kesimlerin vergilendirilmesi ki FDP buna da yatırımları frenleyeceği ve sermaye kaçışına yol açacağı gerekçesiyle karşı çıkıyor. Üçüncü yöntemse sosyal hakların kısıtlanması ve geniş kesimlerin refahının düşürülmesi, ancak bu da SPD ve Yeşillerin sosyal adalet hedefiyle çelişiyor [4].
Hükümet dış politikada da benzeri bir ikilemle karşı karşıya. Örneğin değer temelli, demokrasi odaklı dış politika somut durumda Almanya’nın ulusal çıkarlarıyla çelişiyor. Şöyle ki, dış politikada normatif bir yaklaşım Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı daha katı bir tutumu, dolayısıyla bu ülkelerdeki insan hakları ihlallerinin ve otoriter yaklaşımların daha belirgin bir şekilde eleştirilmesini gerektiriyor. Bu ise yeni gerilimler ve muhtemelen de köprülerin atılması demek. Kaldı ki Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa için verdiği garantörlük teminatına da güvenilmiyor. Bu durumda Almanya’nın Çin ve Rusya’yı aynı anda karşısına alması gerçekçi değil.
Ayrıca Çin hem Almanya’nın hem de Avrupa Birliği’nin en büyük ticaret partneri. Çin ile olası bir gerilimin Almanya ve Avrupa’da ciddi bir refah kaybına yol açacağı da aşikâr. Rusya’ya karşı sert yaptırımlara gidilerek Kuzey Akımı 2 projesinin iptali, Almanya’yı daha maliyetli olan Amerikan kaya gazına bağımlı kılacak. Bu ise Alman tüketicileri için daha fazla gider, işletmeler içinse daha fazla maliyet, ekonomi içinse enflasyon ve Alman mallarının küresel piyasalarda rekabet gücü kaybına uğraması demek. Rusya’nın gelir kaybına uğraması ise Alman ihracatçıları için pazar kaybı anlamına geliyor [5].
Birkaç maddede toparlayacak olursak:
Birincisi: Alman hükümetinin önündeki en zorlu görev gerek iç politikada gerekse dış politikada değerler ve çıkarlar zıtlaşmasını bir sentez ile aşmak olacaktır.
İkincisi: Şansölye Olaf Scholz’un dijitalleşme, ekolojik dönüşüm ve sosyal adalet hedeflerine ulaşmak için sıfır borç vs. borçlanma, dolayısıyla da partisi SPD ve Yeşiller ile FDP, ekonomik canlanma vs. fiyat istikrarı arasında orta yolu bulması gerekiyor.
Üçüncüsü: Almanya’nın Transatlantik ittifakını canlandırırken Rusya ve Çin ile diyalog yollarını da açık tutması gerekiyor. Avrupa Birliği entegrasyonunu derinleştirirken ise ikili bir yapının (örneğin çekirdek AB vs. periferi ülkeler şeklinde) oluşmamasına özen göstermesi elzem.