Kovid-19 şüphesiz ki büyük bir şok yarattı. Kovid-19'un resmiyette "küresel salgın" olarak kabul edildiği göz önüne alınırsa bu kadar büyük bir şok yaratmasının aslında çok da şaşırtıcı olmadığı düşünülebilir. Peki salgının yarattığı şoku nasıl değerlendirmeliyiz? Dünya Sağlık Örgütüne (DSÖ) göre son iki yılda 767 binden fazla ölü sayısı ile özellikle sağlık alanında büyük bir şok olarak görülüyor. Kovid-19'un, 1990'lardan beri ortaya çıkan diğer zoonotik "Yeni Bulaşıcı Hastalıklar"dan ve sıklıkla karşılaştırıldığı gripten kesinlikle daha büyük sonuçları oldu. Dünyanın geri kalanında sıtma hala Kovid-19'dan daha yaygın bir ölüm sebebi olsa da gelişmiş ülkelerde başlıca ölüm nedenlerinden biri haline geldi.
Kovid-19 neredeyse tüm dünyayı etkileyen ilk küresel salgın olarak Batılı ülkeleri de önemli şekilde sarstı. Bundan dolayı, 1950'lerden beri aşılama programları, sanitasyon ve diğer sağlık düzenlemeleriyle belli başlı bulaşıcı hastalıkları yenen Batı'nın bu istisnai durumuna son verdi.
Bu kadar katı bir epidemiyolojik bakış açısı yerine sosyolojik açıdan baktığımızdaysa Kovid-19'un sağlık üzerindeki ciddi etkilerine rağmen uzun vadede devlet ve toplum üzerinde daha büyük etkileri olduğu gerçeğinden kaçmak çok zor. Güvenliği sağlamak ve özgürlüğü korumak devletin temel görevleri arasında olduğundan Kovid-19 salgınının devlet açısından yarattığı temel problem özgürlüğe makul olmayan kısıtlamalar koyulmadan güvenliğin nasıl sağlanabileceğiydi. Demokrasiler genellikle bu dengeyi sağlamanın bir yolunu bulur. Fakat salgın da tam olarak bu dengeye meydan okuyan bir tablo ortaya koydu ve yönetimsel anlamda pek çok demokrasi başarılı bir sınav veremedi.
Kovid-19'un diğer salgınlardan farkı neydi?
Kovid-19 neredeyse tüm dünyayı etkileyen ilk küresel salgın olarak Batılı ülkeleri de önemli şekilde sarstı. Bundan dolayı, 1950'lerden beri aşılama programları, sanitasyon ve diğer sağlık düzenlemeleriyle belli başlı bulaşıcı hastalıkları yenen Batı'nın bu istisnai durumuna son verdi.
"Pandemi"ler tanımı gereği küreseldir. Bu nedenle kısa süreler dışında ulusal olarak kontrol edilemez. Bu da daha kapsamlı küresel işbirliklerine hayati bir ihtiyaç olduğu anlamına gelir. Ancak dünya artan otoriterliğe doğru sürüklenirken bunu gerçekleştirmek zor olacak.
Devletlerin Kovid-19'la başa çıkmak için verdiği tepkilerde büyük farklılıklar olsa da dikkate değer ortak politikalar da vardı. Karantina, maske takma, sosyal mesafe, seyahat yasakları gibi her yerde görülen sonuçları açısından küresel bir deneyimdi. Bir yıla yakın bir süre boyunca neredeyse dünyanın her yerinde insanlar hemen hemen aynı günlük deneyimleri yaşadı. Buna karantinanın yol açtığı farklı sağlık sorunları ve işten çıkarmalardan kaynaklanan gelir kaybı gibi önemli ikincil sonuçları da dahil edebiliriz.
Kovid-19 salgını ilk kez bir hastalığın veriye dayalı takibinin yapılması açısından önemliydi. Salgın başlar başlamaz çok büyük miktarlarda veri üretildi ve bu alanlardaki uzmanlar günlük politikalarda daha çok söz sahibi olmaya başladı. Bu da uzmanların çelişkili ve keyfi tahminlerinin esirinde olan devletlerde "uzmanların yönetimde söz sahibi olması" (expertocracy) konusunda bir korkuya yol açtı. Tabii bu sadece olumsuz sonuçlara neden olmadı. Bilimde şaşırtıcı ve benzeri görülmemiş bir ilerlemeyle birlikte aşıların da hızla üretilmesini sağladı. Ayrıca bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasından dolayı herkesin "uzman" haline geldiği ilginç bir durum da yaşandı. Bu durum, sola özgürlük üzerindeki kısıtlamaları savunmaktan başka çare bırakmazken radikal sağ tarafındansa sömürüldü. Radikal sağ, aşı karşıtı komplo teorilerini körükledi ve salgını kontrol altına almaya yönelik önlemleri özgürlüğe yapılan saldırılarla ilişkilendirmeye çalıştı.
Kovid-19 salgını ne tür uzun vadeli değişikliklere yol açtı?
Daha az seyahat gibi kısa vadeli değişimlerin aksine, salgınlar kendi başına doğrudan uzun vadeli bir değişime yol açmaz. Bu, toplumların buna nasıl tepki verdiğine bağlıdır. Ancak, daha fazla evden çalışma ya da bir dizi yeni mobil uygulama benzeri açıkça somut sonuçları olan teknolojik gelişmeler örneklerinde olduğu gibi halihazırda devam eden değişimlerin hızlanmasına yol açabilir. Bununla birlikte, "güvenlikleştirme" ve dolayısıyla birey üzerindeki devlet gözetiminde artışla bağlantılı olan dijitalleşmede de genel bir yoğunlaşma oldu.
Aynı zamanda salgınlar sonucunda toplumlar bir bütün olarak değişmeyebilir ve değişim sadece bazı insanlar için olabilir. Orta sınıf için evden çalışma gibi bir fırsat oluşurken, kuryelik gibi diğer bazı mesleklerde her zamankinden daha güvencesiz çalışma koşullarının ortaya çıkması buna örnek verilebilir.
Bilindiği üzere Kovid-19 salgınından bu yana eşitsizliğin arttığı da görülüyor. Dünya Bankası, salgın nedeniyle yaklaşık 11 milyon insanın yoksullaştığını tahmin ediyor.
Bir salgının iyi ya da kötü uzun vadeli büyük toplumsal değişime yol açabilmesi için iklim krizi, liberal demokrasideki kriz ve otoriterliğin yükselişi ve ekonomik kriz gibi diğer kritik alanlarla kesişmesi gerekiyor. Şimdilik uzun vadeli sonuçların neler olacağı belli değil. Halihazırda Kovid-19'un "normalleştiği" ve krizin liberal demokrasinin çöküşüne yol açmadığı görülüyor. Belki de bu "acil durum yönetimi"nin devletin kalıcı bir özelliği haline geldiği potansiyel tehlike arzeden bir deney olarak görülebilir.
Kovid-19 salgınından ne öğrendik?
Kovid-19 salgını, toplumun virüslere karşı ne kadar kırılgan ve savunmasız olduğunu ortaya çıkardı. Salgının ilk mağduru toplumdu dersek ikincisi de demokrasiydi. Bununla birlikte, demokrasinin artık salgınla mücadele için de şart olduğu anlaşıldı.
Demokratik anayasal devletlerin salgınlarla başa çıkmak için yeterli donanımı olmamasıysa hala gündeme geliyor. "Sıfır vaka" politikası uygulayan Çin gibi otoriter devletler, özgürlüğe getirilen kısıtlamalar konusunda endişelenmeleri gerekmediği için ilk başta salgın kontrolünde çok etkiliydi. Ancak kısa ve uzun vadeli kontrol arasında önemli bir fark var. "Sıfır vaka" politikası başarısız olan Çin'in durumundan da anlaşılacağı gibi, demokrasilerin salgınların uzun vadeli kontrolünde daha başarılı olduğu görülüyor.
Demokrasiler özgürlük ve güvenlik sağlamak üzere aynı anda iki farklı yöne çekilir. Toplumu bulaşıcı hastalıklardan koruma da güvenlik sağlamaya dahildir. Bu çekimde oluşan gerilimin önlenmesiyse gelecek için kritik öneme sahip. Bunun çözümü de uzmanların yönetimde söz sahibi olması ya da aşırı "güvenlikleştirme" ve gizlilik yerine ancak kamuoyuyla müzakere aracılığıyla olur.
Sonuç olarak, artık bir salgının toplumun hemen her alanını etkileyebildiği, dolayısıyla sağlık sorunlarını sosyal, politik ve ekonomik süreçlerden ayrı düşünmenin kolay olmadığı anlaşıldı. Henüz bilinmeyen virüslerden kaynaklanan daha fazla salgın olasılığı da göz önüne alındığında liberal demokrasilerin bu tür olayların olmasını beklemek yerine nasıl yanıt vereceklerini öğrenmeleri gerekecek.
"Pandemi"ler tanımı gereği küreseldir. Bu nedenle kısa süreler dışında ulusal olarak kontrol edilemez. Bu da daha kapsamlı küresel işbirliklerine hayati bir ihtiyaç olduğu anlamına gelir. Ancak dünya artan otoriterliğe doğru sürüklenirken bunu gerçekleştirmek zor olacak.