Ünlü oyuncu Ayşen İnci Eskişehir'deki çocukluğunu ve yeni kitabını medyamidas.com'a anlattı 

Türk Tiyatrosu'nun usta isimlerinden, ünlü oyuncu Ayşen İnci ile bir araya geldik. Hem çocukluğunu Eskişehir'de geçiren Ayşe İnci'den o yıllardaki anılarını hem de çok ilgi çeken yeni kitabını ve projelerini konuştuk. 

SANAT 14.06.2022, 14:52 14.06.2022, 15:51
Ünlü oyuncu Ayşen İnci Eskişehir'deki çocukluğunu ve yeni kitabını medyamidas.com'a anlattı 

medyamidas.com -  Röportaj: Bircan Deniz Savcı 

Ayşen İnci her ne kadar Türk insanının ona yakıştırdığı isim olan "Periliçe" olarak bilinse de Türk Tiyatrosu'nun yaşayan en önemli isimlerinden biri... Sadece tiyatroda değil, dizilerde ve filmlerde de oyunculuk hünerlerini konuştursa da onun pek bilmediğiniz yazarlık yanını, son kitabı "Pisikolojik Öyküler - Kediler sahiplendiklerini anlatıyor"u, oyunculuğa nasıl başladığını ve Eskişehir'de geçen çocukluğunu kendisinden dinledik. Röportajı gerçekleştirmek için kendisiyle buluştuğumuzda, beni sıcacık karşıladı. O kadar naif ve mütevazı ki, ona yakıştırılan "Periliçe" ismi boşuna değilmiş diye düşünüyor insan…

"İlk oyunculuk deneyimlerim Eskişehir'de başladı... Kendimce arkadaşlarımı toplayıp bir şeyler oynardım"

Siz usta bir tiyatrocu olmanın yanı sıra, dizi ve filmlerde de oyunculuk deneyimleriniz oldu. Yazarlığınıza ayrıca ilerleyen dakikalarda değineceğim, hatta sizi artık herkes ‘Periliçe’ olarak biliyor. Bir neslin gözünde çok değerli bir yeriniz var. Çok merak ediyorum, oyunculuğa nasıl başladınız?

Babam, Devlet Demir Yolları’nda görev yapıyordu. Ben ilkokul ikinci sınıfın yarısındayken, Orman Bakanlığı’na geçti ve biz Eskişehir’e yerleştik. Orman Fidanlığı’nda yaşadık bir süre. Benim ilk oyunculuk deneyimlerim orada, dışı tamamen yaban gülleri ile kaplı bir kameriye vardı, o kameriyede kendimce arkadaşları toparlayıp bir şeyler yaparak başladı…

Oyunculuk temelleri Eskişehir’de atıldı o zaman?

Evet, orada atıldı. Ama o zaman da tabii tiyatro diye bir şey bilmiyorum, ilkokul ikinci, üçüncü sınıftayım. Seyrettiğimiz Türk filmleri ki hiç kaçırmazdık o dönemlerde filmleri, hatta ayrıca o dönem bir Yunan artist vardı çok meşhur, Aliki Vuyuklaki, onun çok güzel filmleri vardı komedi. Onları ben aklımca tiyatroya uyarlayıp, doğru dürüst oyuncu bulamayıp, kardeşime yalvarıp, birilerine yalvarıp sergilerdim. Hatta bir resmim vardır benim, onu gördükçe çok gülerim. Bir arkadaşla sahnedeyiz, oyunu oynuyoruz fakat ağbisi de bizim fotoğrafımızı çekmeye çalışıyor. Biz oyunu durdurup ona poz veriyoruz gayet rahat. Fotoğraf çektikten sonra biz tekrar oyuna devam ediyoruz. Böyle bilinçsiz bir oyunculuk serüveni başladı. Eskişehir’de o zamanlar Yunus Emre İlkokulunu bitirdikten sonra, tamamen kızların okuduğu bir okul olan Kız Ortaokulunda okumaya başladım. Sonra tekrar Ankara’ya döndük. 

"Eskişehir'de bir Gamgam Oteli vardı ki, benim gittiğim dönemde bir piyanist kuyruklu bir piyanoda çok güzel melodiler çalardı ve biz müzik eşliğinde tatlılarımızı yerdik" Yukarıdaki fotoğraf, Eskişehir'in eski ünlü otellerinden Gamgam Otel

"Kılıçoğlu Sineması, Gamgam Oteli, Orman Fidanlığı... Hiçbir şeyi bıraktığım gibi bulamadım"

Var mı o zamanlardan Eskişehir’e dair oyunculuk deneyimleriniz dışında unutamadığınız anılarınız?

Mesela Kılıçoğlu Sineması vardı ki, hiçbir filmi kaçırmazdık. O zaman bizim için lüks sayılabilecek, sonralarda turneyle gittiğimde yine orada olmadığını gördüğüm bir Gamgam Oteli vardı ki, benim gittiğim dönemde bir piyanist kuyruklu bir piyanoda çok güzel melodiler çalardı ve biz müzik eşliğinde tatlılarımızı yerdik. Çok hoş bir ortamdı. Sonra ben uzun bir aradan sonra Devlet Tiyatrosuyla tekrar Eskişehir’e gittim. Baktım Köprübaşı Caddesi iki adımlık bir yermiş. Benim çocukluğumda kocaman geliyordu bana ve oradaki Kılıçoğlu Sineması yoktu… Gamgam Oteli küçülmüş, kasaba oteli gibi olmuş. Orayı görünce hatta Anayurt Oteli vardır ya, o otelle bir çağrışım yaptı. Hiç eski güzelliğinden, halinden eser kalmamış. Bu sene Eskişehir’de bir film çevirdim. Hemen tabii, ilk iş olarak Orman Fidanlığı’nı görmek istiyorum dedim. Hemen kısa bir gezinti yaptık orada, Orman Fidanlığı da hatırladığım, hayalini kurduğum gibi değildi. Orman Fidanlığı çok rüyalarıma girdi. O zamanlar gerçekten çok güzeldi. Hiçbir şeyi bıraktığım gibi bulamadım çok üzüldüm ama Eskişehir’i çok beğendim. Olağanüstü bir şehir olmuş. Hatırladığım, bildiğim halinden çok daha güzel. Sadece ben anılarımdaki Orman Fidanlığı’nı bulamadığım için üzüldüm o kadar…

"Kılıçoğlu Sineması vardı ki, hiçbir filmi kaçırmazdık"

“YAZMA İŞİNE KAPTIRDIM KENDİMİ... ANLATICILAR KEDİLER OLSUN İSTEDİM"

Biz sizi tiyatro sahnelerinde, ekranlarda hatta son dönem Youtube da görmeye o kadar alıştık ki, bir baktık Ayşen İnci yeni bir kitap çıkartmış. Ben çok keyifle okudum hatta “Pisikolojik Öyküler”  İsmine bayıldım. Nereden esti kedi öyküleri yazmak?

Ben zaten yıllardır bir şeyler yazıyorum. Tiyatro oyunlarım var, ilkokullarda okutulması gereken kitaplar listesine alınmış kitaplarım var, derece alan senaryolarım var… Ben yazma işine baya kaptırdım kendimi. Çünkü çok rahat ve özgür hissettiğim bir alan. Ben, oyuncu olarak tiyatroda ve dizlerde başkalarının yazdığı cümleleri ezberleyip oynamakla sorumluyum. Diyalogları seveyim ya da sevmeyeyim, yazıldığı şekilde söylemeye mecburum. Kendim yazdığımda kişileri kendim yaratıyorum, olay örgüsünü kendim yaratıyorum. Onun için yazmaktan müthiş zevk alıyorum. Bir de kalıcılığı var. Diziler, filmler bir yere kadar tamam ama tiyatro suya yazılan yazı. Öyle olunca yazmak istedim. Kitabı siz de okumuşsunuz, kedileri alsanız yine bir hikaye var. Öyküler, insan öyküleri… Zaten kedilerim de var, anlatıcıları kedi olsun istedim. Onların duygularıyla, bizi nasıl gördükleriyle, nasıl hissettikleriyle paralel bir şekilde kurgulayayım dedim. Öyle çıktı ortaya. Yazarken oyunculuğumun çok faydasını görüyorum. Yazdıklarım, o kişiler benim gözümün önünde ete kemiğe bürünüyor. Mekânları görüyorum… 

Hepsinde çok farklı öyküler var. Benim okurken en etkilendiklerimden birisi, Hüseyin ablanın kedisi… Çok etkilendim… Orada tüylerim diken diken oldu. O kadar safiyane duygularla inanmasını beklemiyordum. Özlem mi, acı mı, pişmanlıklar mı? Çok etkilendim…

Ben de onu çok severek, duyarak, hissederek yazdım. Orada kader birliği yapmış iki travesti, iki insan ve bir kedi. Biri zaten çok çirkin olduğu için iteklenmiş, hiç sevilmemiş, ilgi görmemiş, sevgi görmemiş… Diğerleri de zaten toplumun ötekileştirdiği kişiler…

Birde orada sanki “Acısı olan acı çekenin halinden anlar”ı seziyorsunuz…

Evet, evet orada dediğim gibi onlar orada bir kader birliği yapmışlar, o yüzden birbirlerine tutunmuşlar, o yüzden aslında salaş ve sıradan bir yer o kedinin gözünden olağanüstü… Çay içilirken çay kaşığının şıngırtısı bile huzur veriyor. Kedilerin bakışı çok önemli…

Bütün öykülerinizde zaten kedilerin hisleri ve bakış açıları hep ön planda…

Tabii, mesela bir öyküde bütün kediler o kadının kedisine aşık, bütün mahallenin erkekleri de o kadına aşık. Bütün insanlı ve kedili erkekler korosu… Sürekli onlarla ilgilenen, onlara aşk duyan bir öyküyü görüyoruz.

Benim de kedilerim var. Öykülerinizi okuduktan sonra bazı anlarda kedilerime dönüp, acaba şimdi böyle mi düşünüyorlar diye istemsizce sorgulamaya başladım. Normalde bu tarz öyküler okuduğumda böyle sorgulamalar yapmıyordum ama sizin öykülerinizde her şey o denli doğal ve bizden ki, hiç kedinin ağzından çıkmış gibi değil. Çok muhteşem bir anlatımınız var…

Çok teşekkür ederim. Özellikle yormayan, kolay okunan basit bir dil tercih ettim. Aman edebiyat yapayım diye bir çabam olmadı… Zaten şimdi çok zor kitap okunuyor. Kitap okuyanların sayısı çok az. Ben de fazla süslemelere, laf kalabalığına boğmadan rahat okunan bir kitap yazmak istedim.

GERÇEK KEDİLER, GERÇEK İNSANLAR

Mesela bir öykünüzde, ‘Sekter’di sanırım, çok gülmüştüm onun politik entel hallerine…

Ahmet Hakan’ın kedisi o. Onu yazmak istiyordum. Biliyorum, kedisine çok düşkün. İzin istedim, hikayemi yolladım. O da çok beğenmiş. Onun izniyle yayınladım. Oradaki Şero mesela CHP’lilerin kedisi… Bir de külliyede bir kedi varmış diyor ya, “Onunla ilgili bir yorum yapmıyorum. Güzel desem yalaka diyecekler, çirkin desem soruşturma filan açarlar neme lazım…” diye… Onlar tabii gerçek kediler…

Başka gerçek kediler de var mı öykülerinizde?

Tabii, mesela Gli, Ayasofya’nın kedisi… Özdemir Asaf’ın kedisi… Bunlar gerçek, kedilerin hislerini ben kurguladım ama gerçek, yaşamış kediler… Mülteci kedisinde müdahil edenler gerçek… İsimler farklı ama bazı öykülerdeki kişiler gerçek…

Peki, neden kediler? Gerçi kitabın önsözünde anlatmışsınız ama okumayanlar için sormak istedim…

Zaten benim hep kedilerim vardı. Bütün hayvanları seviyorum ama mesleğim olsun, evimin koşulları olsun hep kediyle yaşayabiliyorum. Hep kedilerle haşır neşir oldum. Bu köpekte olabilirdi ama bir köpek kültürüm yok. Kedilerle iletişimim çok farklı. Sanki onları anlıyormuşum gibi hissediyorum. Hatta kitabı evde biri bir tarafımda diğeri bir tarafımda otururken birlikte yazdık…

Onlara da okuyor muydunuz yazdıklarınızı, tıpkı yazdıklarını kedisine okuyan bir yazarın öyküsündeki gibi…

Tabii, tabi… Bir yerde çok zorlandım. Sahne Tozu Yutan Kedi’de bir yere kadar doğru. Bizim AKM’de onlarca kedi vardı. Biz o kedileri hep beslerdik. Hatta gerçekten oyun esnasında sahneye çıkan kediler olurdu ve seyirci hep o kedilere gülerdi. Biz bir bocalardık. Bunları hep yaşadık. Oradaki Rigoletto benim yarattığım bir kedi. AKM boşaltılınca, bizim ne kadar üzüldüğümüzü, yuvamızdan kopmuş gibi hissettiğimizi, kediler de mutlaka hissetti. Onların ağzından anlatmak istedim. O dönem bize o kadar acı gelmişti ki, bir anda kedilerde ortada kaldı. İstedim ki ortak yuvadan kopuşu anlatayım onların ağzından. Bir de annemin hikayesi gerçek. Onu yazarken çok zorlandım. “Krem renkli ayakkabının kokusu” Daha duygusal, daha yüreğe dokunan bir öykü çıkardı ondan ama yazamadım. Anneciğimin ayakları minicikti ve çok zordu ona ayakkabı bulmak. Ben buldukça ayakkabı alırdım. Her seferinde, “Ayşen’ciğim ne iyi ettin. Ne kadar rahatım bununla” derdi. Sonra İstanbul’daydılar, kardeşimle birlikte Alanya’ya yerleştiler. Parkinson hastasıydı. Son zamanlarında artık yürüyemez oldu, konuşamaz oldu… Onu başka bir kedinin ağzından yazayım dedim. Hani ölenlerin giysileri sağa sola verilir ya, ondan sonra o ayakkabıyı küçücük bir kızın ayağında yürürken bitirdim öyküyü. Çok zorlandım orada. Oyunculukta bir tabir vardır, “Biraz köpürtün orayı” diye… O hikaye köpürtülebilecek bir hikayeydi ama köpürtemedim.

KEDİLER SEVENİ HİSSEDİYOR

Kitabınızı okurken çok güldüğüm olaylardan biri de kedilerin sahipleri ne iş yapıyorsa, onların da sanki o işi yapıyormuş gibi havalara girmesi… Hoşuma gitti…

Ama bu da bir gerçek… Kediler bizi sahipleniyor. Canı isterse gelir, istemezse gelmez. Canı isterse sevdirir, canı istemezse sevdirmez. Böyle özgür ruhlu ve özgüvenli hayvanlardır. Köpek de çok tatlıdır ama sahibine yaltaklanır aman sevsin diye… Kedi çok farklı, gururlu, özgüvenli, eve bir yabancı gelsin hoşlanmaz, tedirgin olur, garip hayvanlar… Hayvanların hepsinde iç görü var ama kedilerde çok fazla var. Gerçekten seveni hissediyorlar. Keşke bu özellik biz insanlarda da olsa. Sevildiğimizi zannediyoruz, güveniyoruz, inanıyoruz ama ne zaman karşı taraftan darbe yiyoruz o zaman anlıyoruz…

Önümüzdeki dönemlerde yeni projeleriniz var mı?

Tiyatro olarak teklifler var. Devlet tiyatrosundan çok da güzel oyunlar oynayarak emekli oldum. O çıtayı hiçbir zaman düşürmek istemiyorum. Beni kavrayacak bir proje olmalı… Üç tane film projem var. Oradan haber bekliyorum. Oyunculuk eğitmenliği yapıyorum. Youtube’da “Periliçe’den Masallar” kanalım var. Orada masallar anlatıyorum…

"Periliçe'yi iyi ki oynamışım"

Periliçe rolü inanılmaz yakıştı ama size…

O kadar enteresandır ki, o rol bana teklif edildiğinde inanılmaz yoğun bir oyun programım vardı. Televizyon izleyemiyordum… Ben Sihirli Annem’e bir süre sonra girdim. Yapımcı, çok sevdiğim İnci Kırhan bana, “Sana çok yakışacak bir rol var” dedi. Ne diye sordum İnci’ye, “Sihirler oluyor, gökyüzünde uçuyorsun, sihirle insanlar hayvan oluyor, o oluyor, bu oluyor…” içimden de diyorum ki, “Ne saçma sapan bir şey” ama kıramıyorum da, nasıl olsa bu saçma sapan şeyi kimse izlemiyordur diye de düşünüyorum. Yanıldığımı hala görüyorum. Geçen hafta Malatya Kısa Film Festivali’nde jüriydim. Kaç kişinin Periliçe olarak peşimden koşturduğunu söylemeyeceğim. Her şey bitti, Periliçe kaldı… Şimdi çok mutluyum. O kadar geniş kitlelere ulaşmış ki, iyi ki oynamışım diyorum. Bir de çok zevkli çalıştık…

Youtube kanalınız da bu sayede şekillendi o zaman…

Tabii, ona dayanarak açtım. Daha önce de açabilirdim ama hiç düşünmedim. Sosyal medya ile hiç haşır neşir değilim. Oğlum söyledi, tamam dedim, yaptık. Pandemi öncesi çekimler daha kaliteliydi. Greenbox önünde kamerayla profesyonel arkadaş çekiyordu. Arkaya resimler ekleniyordu. Pandemi sonrası evde kendi koşullarımızla çektik. O da kaliteyi biraz düşürdü. Kimse de demedi, kalite düştü diye… Yurt dışından çok izleyenler var. Onlar, çocuklarımız sizin sayenizde düzgün Türkçe öğreniyor diyorlar. 30 yaşında erkek izleyicilerim var, “ Yanlış anlamayın ama 30 yaşındayım. Uyku problemi çekiyorum. Sizin sesinizle uyuyabiliyorum” diyorlar. Böyle de ilginç şeyler oluyor…

Başka yazı projeleriniz var mı?

Var, yarım yarım bir hikaye kitabım var. İçeriğinden bahsetmeyeyim, sürprizli değişik. Başladığım bir roman var. Taslak, sinopsis halinde film senaryom var. Bazen öyle bir döneme gelirsiniz ki, yapmam lazım dersiniz ama ertelersiniz. Sanırım öyle bir dönemdeyim. Pandemi döneminde bu öykü kitabım bitti. İki tane çocuk kitabı bitti. Gizem izcileri diye ilkokullarda okutuluyor. Kahramanlar bütün Türkiye’yi dolaşsın istiyordum. Anadolu’nun birinci kitabını yaptım. Kapadokya’yı yaptım. Patara yaptım. Maalesef bir yıldır resimlenmeyi bekliyor. Keşke her şeyi ben yapabilsem. Ben çabuk yazıyorum ama benimle bitmiyor iş. Şimdi kitap fiyatları arttı, kağıt fiyatları arttı, baskı masrafı arttı… Bu da benim motivasyonumu düşürüyor… Hep dizilerle, filmlerle tanınıyoruz. Ben kitapla ve tiyatro oyunumla tanındığım zaman çok daha fazla mutlu oluyorum. 

Yorumlar (0)

Gelişmelerden Haberdar Olun

@