Nabi Avcı: Neyin peşindeyiz?

AK Parti Eskişehir Milletvekili, Türk Dünyası Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı ve İletişim Profesörü Prof.Dr. Nabi Avcı, “Cins” dergisinin son sayısında yer alan ilgi çekici söyleşide Serdar Bilir’in sorularını yanıtladı... ...

08 Mart 2021, 22:08
Nabi Avcı: Neyin peşindeyiz?

AK Parti Eskişehir Milletvekili, Türk Dünyası Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı ve İletişim Profesörü Prof.Dr. Nabi Avcı, “Cins” dergisinin son sayısında yer alan ilgi çekici söyleşide Serdar Bilir’in sorularını yanıtladı... 

Prof.Dr. Nabi Avcı'nın 21. yüzyıl dünyasında hikmet, entelektüellik, enformasyon gibi kavramların değişimi, yeniden basılan “Enformatik Cehalet” kitabı gibi konularda konuştuğu söyleşi çok konuşuluyor... 

İşte o söyleşi…

Önce kavramın tarifini yapalım müsaade ederseniz. Entelektüel kelimesi sizin için ne anlam ifade ediyor? Kime entelektüel denir?

Entellektüel tâbiri günümüzde çok uluorta kullanılıyor artık. Sadece bizde değil Batı’da da böyle, uluorta kullanılıyor. Şimdi öncelikle yazımından başlayarak tashih yapacak olursak, bilgisayar yazım programlarında “entelektüel”i doğru bir şekilde, yani çift l ile yazdığımızda, onu tek l ile “entelektüel” diye değiştiriyor. Hâlbuki doğrusu çift “l” ile yazılandır, yani “entellektüel” şeklindedir. Zaten bu Türkçe bir kelime değil. Bizim bunu ödünç aldığımız Batı dillerinde de çift “l” ile yazılır. Türkçede bunu niye “entelektüel” hâline soktular ben de anlayabilmiş değilim doğrusu.

Entellektüel, sizin de sorunuzda işaret ettiğiniz gibi bazen “bilgin”, bazen “aydın” veya biraz daha eski tâbirle “münevver” anlamında kullanılıyor. Bir de benim özellikle René Guénon çevirisinde kullandığım şekliyle, gelenekle bağlantılı bir kullanımı da var.

Guénon eserlerine entellektüel tâbirini bu anlamda kullandığı için Türkçeye de öyle tercüme ettik. O, “entellektüel”i çok farklı bir düzlemde kullanıyor. Bütün tradisyonalist yazarlar, René Guénon, Martin Lings bu tâbiri daha çok “hikmet ehli, kadim gelenekle irtibatlı olan âkîl veya ârif” mânâsında kullanıyor. Tabii bu çok özel bir kullanım; ancak bu şekilde kullananların da olduğunu belirtmek için söylüyorum. Ama “entellektüel “ tâbiri günümüzde, daha çok, “aydın” veya “münevver” anlamında kullanılıyor.

Peki kimlere “aydın” veya “münevver” diyebiliriz?

Burada herkes kendine göre bir tanım yapabilir tabii; ama bir iki temel metne atıfla bu tanımlardaki keyfiliği sınırlandırmak mümkün olabilir. Bir tanesi Julien Benda’nın, Türkçe’ye Aydınların İhaneti başlığıyla çevrilen kitabıdır. Kitabın orijinalinde, yani Fransızca metninde, “clerc” tâbiri kullanılıyor: La Trahison des Clercs. Buradaki “clerc”in bir anlamı da “rahip”tir. Daha sonra bu kelimenin kâtip, okur-yazar anlamı da yaygınlaşmış ama köken olarak kilise ile ilintisi inkâr edilemez. Benda’nın La Trahison des Clercs adlı bu kitabının İngilizce tercümeleri, Amerika’da The Treason of the Intellectuals adıyla, yani “Entellektüellerin İhaneti” diye; İngiltere’de ise The Great Betrayal yani “Büyük İhanet” başlığıyla yayımlanmış.

Türkçeye de “Aydınların İhaneti” diye çevrilmiş…

Evet. O çeviri için doğru bir başlık... Ama son zamanlarda Türkçede “entellektüel” veya “aydın” tâbirleri, her okur-yazar ya da her üniversite tahsili alan için uluorta kullanılıyor. Yani neredeyse üniversite eğitimi almış olmayı entellektüel olmak için, aydın olmak için yeterli görüyoruz. Bu yanlış... Tıp eğitimi, mühendislik eğitimi, kimya eğitimi vesair bilim dallarında verilen eğitimler, insanları entellektüel yapmaz. O diplomalar insanı mühendis yapabilir, doktor yapabilir, gazeteci yapabilir, öğretmen yapabilir, hatta akademisyen, daha doğrusu akademik yapabilir ama entellektüel veya aydın yapmaz. Bu arada, akademisyen tâbirini de yanlış kullandığımızı belirtmek isterim. Aslında “akademik” demek gerekiyormuş. Akademisyen tâbiri münhasıran Fransız Akademisi üyeleri için kullanılırmış. Fransız Akademisi’nin kırk üyesi için kullanılan bir ünvanmış akademisyen... Hatta bu zevâta, Akademi’ye kayd-ı hayat şartıyle seçildikleri için, “ölümsüzler” denirmiş. Lâf akademiden, akademisyenlikten açılmışken bir kitap önerisinde bulunayım: Amin Maalouf, Fransız Akademisi’nin 29 numaralı koltuğunda oturan Claude Levi-Strauss’un ölümünden sonra, onun yerine üye olarak seçildi. Amin Maalouf’un 29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi, selefi Levi Strauss başta olmak üzere, o 29 numaralı koltukta daha önce oturan akademisyenlerin hikâyesini anlatan bir kitap. Akademi nedir, akademik kültür nedir, kurumsal kültür nedir gibi konuları sorgulayanların okumaları gereken güzel bir monografi 29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi...

Evet, bir konuşmanızda daha bu kitaptan söz etmişsiniz...

Evet, bir tevafuk: Bundan tam bir yıl önce, 8 Şubat 2020’de Boğaziçi Üniversitesi ile Türkiye Bilimler Akademisi birlikte bir toplantı düzenlemişlerdi: Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü Tanıtım Toplantısı... O toplantıda ben de bir konuşma yapmıştım. O konuşmamda, hem Türkiye Bilimler Akademisi, hem de Boğaziçi Üniversitesi ile de ilintilendirerek, Amin Maalouf’un bu kitabından, 29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi’nden söz etmiştim. (*)

ENTELLEKTÜELİN KİM OLDUĞUNU BİLMİYORUZ

Entelektüelik, diploma sahibi olmakla kazanılan bir vasıf +zannediliyor diyorsunuz. Doğru mu?

Evet, öyle diyorum. Entellektüel sıfatı, diploma sahipleri, malûmat sahipleri ve meslek erbabı için yalan-yanlış kullanılır oldu. Esasında “aydın”, kabaca ifade edecek olursak, “madalyonun iki yüzünü de göz önünde tutan insan”dır. Kendi şaşmaz doğruları olan değil de “Doğru acaba nerede?”, “Acaba benim söylediklerim doğru mu?”, “Ben doğru bir yerde mi duruyorum?” gibi soruları kendisine de soran ve her önermesiyle birlikte bu soruyu da yanında taşıyan insana “aydın” denir. Yani her şeyin doğrusunu bildiğini zanneden insana değil de kendi bildiklerini de sorgulayan, kendi söylediklerini de “layüsel” addetmeyen insana aydın denir.

Bunun dışındakiler bilgili olur, bilgin olur, uzman olur, gazeteci olur, televizyoncu olur, ideolog olur... Onların herkese söyleyecekleri malûmatları olur. Bu uzmanlarla ilgili olarak da Ortega y Gasset’nin Kitlelerin Ayaklanışı ve Kütlelerin İsyanı diye Türkçede iki ayrı tercümesi olan kitabında çok güzel bir tahlil vardır. Ortega orada “ignoramus” diye bir tâbir kullanır. İgnoramus, Türkçemizdeki “malûmatfuruş”; bir başka deyişle “enformatik cahil”... Bunu Ortega, bazı uzmanlar için kullanır ve mealen der ki; bunlar belirli alanda, dar bir alanda ayrıntılı bilgi sahibidirler. Ama o dar alanın dışında büsbütün cahildirler.

Böyle deyince aslında günümüzde, bilimlerin disiplinlere ayrılması sonucu belirli bir alanda uzmanlaşmış olan bilim adamı tanımı da aklıma geliyor. Bilim adamı da tek bir alanda uzmanlaşıyor.

Sizde bu çağrışımı yapmasının bir nedeni de muhtemelen okuduğunuz Abdülkadir Es-Sufi’nin Ian Dallas ismiyle yazdığı Gariplerin Kitabı olsa gerek. Orada biliyorsunuz bir kütüphanecinin hakikat arayışı vardır. Kitapta, sizin sözünü ettiğiniz türden bilim adamlarından, akademiklerden söz ederken çok çarpıcı bir tasvir çizer Ian Dallas: “Bunlar uzun uzun konuşurlar; uzun ve iyi kurgulanmış cümleler kurarlar ama bir bardak suyun nasıl içileceğini bilmezler.” Dolayısıyla, bu zikrettiğimiz kitaplar -özellikle gençler için- bilim adamı kime denir, okur-yazar kime denir, âlim kime denir gibi konularda ufuk açıcı ve aydınlatıcı olabilir.

ENFORMASYON BİLGİYE DÖNÜŞEMEZ

Bilgi, hikmet, enformasyon... Bu ayrı dünyaların kavramlarını biz bugün nasıl ele alabiliriz?

Nasıl gerçek mânâda bilgeyle bilgin; aydınla uzman, münevverle okur[1]yazar arasında fark varsa hikmet, bilgi, malûmat, enformasyon ve veri arasında da çok ciddi mahiyet farkları var. Derece farkı değil, buraya dikkat edelim, fark mahiyet farkı, yani nitelik farkı... Bu konuda ciddi bir yanılgı var. Şöyle düşünülüyor: En alt basamakta veri var, bunları bir süre toplar biriktirirseniz enformasyona dönüşür. Enformasyon arttıkça bir noktan sonra o da bilgiye dönüşür.

Hani o parti militan kurslarında diyalektik materyalizm anlatılırken kullanılan, diyalektiğin dördüncü kanunu diye anlatılan, “Su, 99 derece sıcaklığa gelene kadar hep sudur; 100 dereceden sonra niteliksel değişim gösterir buhar olur; işte diyalektik sıçrama böyle olur” falan... Buna benzetirler ya... Burada da, bu mantığın, “veri-enformasyon-bilgi” süreci şeklinde uygulandığını görüyoruz. “Veri birikir birikir, enformasyona dönüşür; enformasyon birikir birikir bilgiye dönüşür; bilgi birikir birikir irfana dönüşür” falan... Böyle bir şey yok... Bu bağlamda, böyle evrimsel basamaklardan da, diyalektik sıçramalardan da söz edilemez. Bunlar arasında, başından beri nitelik farkı vardır ve bu fark niceliksel artışlarla kapanmaz; bu ciddi bir yanılgıdır. Nitekim T.S. Eliot, 90 sene evvel yazdığı bir şiirinde bunu çok güzel anlatıyor: “Hani o hikmet ki, bilgide kaybettiğimiz, Hani o bilgi ki enformasyonda kaybettiğimiz.” Bugünkü bu kafa karışıklığını, Eliot’ın tâ o zamanlar görmüş. “Eskiden hikmet vardı; hikmeti bilginin içinde kaybettik, bilgiyi hikmet zannediyoruz. Bilgi vardı; bilgiyi de enformasyonun içinde kaybettik, enformasyonu bilgi zannediyoruz!” demiş Eliot. Dediğim gibi doksan sene evvel bu... Üstelik daha ortada bilgisayar yok, dolayısıyla veri de yok. Eğer olsaydı belki oraya şunu ekleyecekti: Hani o veri ki enformasyonda kaybettiğimiz… Bugün kendisinde çok büyük marifetler vehmedilen ve adına “big data” denilen büyük veri hikâyesi de işte bu dekadansın son aşamasını simgeliyor. Bu düşüşün ve birbirinin yerine geçişin son noktası işte bu “big data” hikâyesidir

Derinliğin tamamen azaldığı, her şeyin daha yüzeysel ve hızlı bir sürece tâbi tutulduğu bir değişim bu zannedersem. Enformasyon da biraz böyle galiba. Daha yüzeysel, daha derinliksiz, bilginin fast food hâle gelmesi gibi. Siz ne dersiniz?

Şimdi özellikle bilgisayar teknolojisiyle beraber veri işleme hızı çok arttı tabii. Yani çok büyük sayılardaki verileri birbirleriyle korelasyona sokarak, ilişkilendirerek bunlardan bazı sonuçlar çıkarabiliyorsunuz. İstatistiksel veri toplama, bu istatistiksel verileri işleme ve onlar üzerinden yeni algoritmalar inşa etmek mümkün hâle geldi. Bu, insanları çok cesaretlendirdi.

Bu kadar veriyle başa çıkabiliyor olmalarını büyük bir marifet gibi görüp bütün dünyayı bir veri havuzu gibi görmeye başladılar. Benzer bir meslekî körlük bazı bilim adamlarında da vardır. Belli bir bilim alanında kazanılmış bazı “başarı”ları, hiç alakası olmayan başka alanlara da tatbik edebileceklerini zannedenler; fizikteki birtakım buluşları sosyal bilimlere de uyarlamaya kalkanlar veya toplumsal bir hareketlenişi bazı fizik yasalarıyla açıklamaya çalışanlar... Bu da aynı çarpık bakışın yeni bir tezahürü...

KAVGA ŞU: TANK MI SATALIM BİLGİSAYAR MI?

Büyük verilerin işlenebiliyor olmasıyla dünyanın bir veri havuzu gibi görünmesine değindiniz. Burada veri havuzu deyince meşhur “gözetim toplumu” meselesini de sormak isterim. Gönüllü bir panoptikon dönemindeyiz. Gözetleme ve izleme, yani şeffaflık herhâlde artık çok kolay hâle gelmiştir. Bunu nasıl yorumlarsınız?

“Panoptikon” biliyorsunuz Jeremy Bentham’ın geliştirdiği bir hapishane tasarımıdır. Enformatik Cehalet’te, bununla ilgili olarak “Enformatik Cehalet ve Bilgisayar” diye ayrı bir bölüm var. Tek bir merkezden bütün bir çevrenin gözetlenebileceği bir mekanizmayı ifade ediyor. Sonunda varacağı yer de belli işte: Bir gözetim toplumu... Burada şunu sormak gerek: Neden gözetlemek istiyorlar? Yönlendirmek için. Peki kim, kimi, niye yönlendirmek ister? Burada ilk olarak yönlendirilmek istenen tüketimdir. Tüketimi yönlendirmek isterler. Çünkü üretim katlanarak büyüyor ve bunu tüketecek tüketicilere ihtiyaç var. Prodüktivizm dediğimiz ideolojik yönsemenin arkasında da bu vardı: Çok üretelim, çok üretelim. Sonra? Çok tüketelim, çok tüketelim.

Bu üretim-tüketim meselesini de açacak olursak son dönemde mesela ABD’nin derinliklerinde süren gerilimlerle ilgili olarak iki eğilimden, kabaca globalistler ve anti[1]globalistlerden söz ediliyor ya… Burada en yalın hâliyle ifade edecek olursa kavga şu: “Tank mı satalım? Bilgisayar mı satalım?” Savaş olsun ki tank alsınlar, barış olsun ki bilgisayar alsınlar. Bu “top mu tereyağ mı?” ikilemi eskidendi. Şimdi üçüncü yol: Hem tank hem bilgisayar, yani bilgisayarlı tanklar alsınlar; kaynak kodlarını kimseye vermeyeceğimiz bilgisayar donanımlı uçaklar alsınlar… Şeffaflık meselesinde ise biliyorsunuz iki uç vardır: Biri “röntgencilik”, diğeri “teşhircilik”. Röntgenci diye, her bir hareketi ve detayı görmek isteyen, bilmek isteyene denir. Herkesin mahremini görmek ister. Diğer tarafta da teşhirciler var. Teşhirci ise mümkün olan her ortamda kendini göstermek, kendini görünür kılmak ister, kendini sahneler. Bunlar günümüzde birbirlerini besliyorlar. Teşhirciler röntgencileri, röntgenciler de teşhircileri... Biyolojide simbiyotik ilişki denir hani; bunların karşılıklı ilişkileri de böyle, simbiyotik... Birlikte yaşıyorlar. Var olmak için birbirlerine muhtaçlar. Dolayısıyla, toparlarsak, hem tüketici ile üretici; hem de röntgenci ile teşhirci arasında böyle bir ilişki var. Siz “selfie” çekeceksiniz ki daha rahat gözetlenesiniz. Bu bir üretimdir, kendini piyasaya arz etmektir. Böylelikle röntgencilerin işi kolaylaşır. Teşhirci röntgenciyi besler, röntgenci de teşhirciyi; üretim tüketimi besler, tüketim de üretimi...

ENFORMATİK CEHALET, “ENFORMATİK ZIRCEHALET”E DÖNÜŞTÜ

Enformatik cehaleti yıllardır konuşuyoruz ama merak ettiğimiz de hep şudur: Nabi Avcı bu eleştirileri radyoya ve televizyona yaptı. Acaba internet çağında yazsa neler derdi bize? Şimdi sizi bulmuşken bunu soralım. Hocam artık internet ve sosyal medya da var. Enformatik cehalet neye evrildi, enformasyon bambaşka bir boyut kazandı, peki cehalet?

Biz de ona artık “enformatik zırcehalet” diyoruz ve işte başından beri onun muhtelif tezahürlerinden bahsediyoruz. “Enformatik Zırcehalet” ... Biliyorsunuz Türkçede zırcehalet diye bir tâbir vardır. Kudemâ, buna “cehl-i mürekkeb” dermiş… Cahil, cahil olduğunu bilir. Dolayısıyla onun bu hâli, bu durumu “cehalet” kelimesiyle anlatılabilir. Bir de zırcahiller vardır. Cahildir ama cahil olduğunun da farkında değildir. Çünkü bunlar genellikle diplomalıdır. Cebindeki diplomanın, âdeta bir muska gibi, onu havada, karada, denizde cehaletten koruduğuna inanır. Yani kendi katmerli cehaletinin de cahilidir. Son dönemlerde sosyal medyadaki, internetteki enformasyon bombardımanı; hızı ve hacmi katlanarak artan bu veri akışı, işte bu katmerli cahillerde çok şey bildiği yanılsamasını oluşturuyor. Her gün şu kadar “like” almak ve sanal ortamda şu kadar saat “sörf yapmak” bunların çok şey biliyormuş yanılsamasına kapılmasına, yani cehl-i mürekkeblerinin “tavan yapmasına” sebep oluyor. Bakın “sörf yapmak” demişken... Kelimelerin etimolojisine, benzeşmelerine, akrabalıklarına bakmak zaman zaman çok faydalıdır. “Surf” kelimesi İngilizce… Onunla sesdeş bir kelime daha var “surface”, yüzey anlamında… Aynı kökten gelmiyorlar ama aynı anlamsal işleve sahipler: “Sörf” yaparken sadece suyun yüzeyine temas edersiniz ve dalgaların üstünde, yüzeyde kalmaya çalışırsınız. Satıhta dolaşırsınız. Sosyal medya ve internette dolaşmaya da böyle deniyor: “Sörf yapmak.” Bu bile, tek başına internette yaptığınız işin ne kadar yüzeysel olduğunun ispatıdır. Yüzeysel bir hareket; ama burada yüzeysel olarak temas ettiğiniz alan o kadar geniş ki bu sathî dolaşmaların sonunda “çok şey öğrenmiş olduğunuz” vehmine kapılabiliyorsunuz. İşte bu zırcehalet. Hem bilmiyor hem de bildiğini zannediyor. Yani ne kadar çok veriye ve enformasyona temas ediyorsa o kadar da cehaleti artıyor. Tam yerine geldi, şimdi lâfın burasında Ülkü Tamer’i anarak, buradan bir selâm gönderelim: “Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci? / Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.”

DÜŞÜNMEK İÇİN EVVELA YAVAŞLAMAK VE DURMAK GEREKİR

Bilginin ve enformasyonların hızlanması seyrin de hızlanmasını getirdi, bu hızlanmada tefekküre ve seyre dalmaya yer kalmadı sanki.

“Avare bakışı” diye bir şey vardır. Hızlı ve yüzeysel seyir anlamında. Hâlbuki bütün geleneksel yaklaşımlarda, bütün kadim geleneklerde düşünmenin temelinde “durmak” vardır. Biliyorsunuz haccın olmazsa olmazlarından biri de vakfedir. Nedir vakfe? Vakfe, durmak demek. Arafat’ta durmazsanız haccınız olmuyor. Arafat’ın da, “vakfe”nin de, “vakıf”ın da ortak kökü ayakta durmaya ve bilip anlamaya işaret ediyor. Ayakta durmak ve anlamak. İngilizcede de “stand” ayakta durmak, understand anlamak… Almanca’da “stehen” ayakta durmak, “verstehen” anlamak… Kim bilir başka başka dillerde, mesela Sanskritçede, Çincede, Japocada, Oturan Boğa’nın dilinde aynı kapıya çıkan ne incelikler vardır. Evet, düşünmek için evvela yavaşlamak ve durmak gerekir. Durmadan olmaz. Koşar adım olmaz.

NEYİN PEŞİNDEYİZ? BU ÇOK ÖNEMLİ... 

2021 yılında bu dijital çağda hakikat arayan birine siz Nabi Avcı olarak ne tür bir tavsiyede bulunmak istersiniz? Bayiden kendi gelişimi ve kültür dünyası için bir Cins dergisi sahibi olmayı tercih eden ve bu söyleşiyi dergiden okuyacak olan insanlar için? Bu çağda insanlar hakikat ve hakikat olmayanı nasıl ayırabilirler?

Neyin peşindeyiz? Bu çok önemli. Bilginin peşindeyseniz, onun pazarı ayrı bir pazar. Malûmatın pazarı başka bir pazar, enformasyonun pazarı başka bir pazar. Gariplerin Kitabı’nda bir söz var: “Deveyi merkep pazarından arama” diyor. Önce neyi aradığımızı doğru kestirmemiz gerekir. Ben bu soruyu soran veya sormaya meyilli olan genç arkadaşlarımıza sizin aracılığınızla üç kitap tavsiye edeyim isterseniz: Mustafa Tahralı’nın hazırladığı Çağ ve Hakikat; Ian Dallas ‘ın Gariplerin Kitabı ( İsmet Özel çevirisi) ve Roger Garaudy’nin Hatıralar- Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum (Cemal Aydın çevirisi).

Hocam Eklemek istediğiniz son bir şey var mı bizlere ve okurlarımıza?

Evet, var. Son sayınızdaki Yüzyılı Anlamak İçin 100 Şiir başlıklı listenize Şavkar Altınel’in Kraliçe Viktorya’nın Düşü şiirıni de ekleyebilirsiniz. “Yüzyılı anlamak için” başlığını çok hak eden, çok güzel bir şiirdir.

Kaynak: Serdar Bilir'in Prof.Dr. Nabi Avcı ile yaptığı bu söyleşi "Cins" dergisinin Mart 2021 sayısında yayımlanmıştır. 

https://www.cins.com.tr

Yorumlar (0)

Gelişmelerden Haberdar Olun

@