Ne kadar açgözlü olabilirsiniz?
Ya da neleri yaptığınızda elinizde kalanlar sonrası açgözlü olduğunuzu kabul edebilirsiniz?
Son dönemde dünyayı çok sarsan, yediden yetmişe herkesin konuştuğu bir dizi, Squid Game, az önce sorduğum bu iki soruya kapak cevaplar verecek türden.
Aslında Güney Kore sinemasına ve dizilerine az da olsa hakimseniz, ‘Açgözlülük’ temasının sıkça kullanıldığına şahit oluyorsunuz.
Geçtiğimiz yıl Oscar alan Bong Joon Ho’nun yönettiği Parazit filminde de bu temayı görebilirsiniz.
Park Cahn Wook’un 2016 yapımı filmi Hizmetçi’de de...
Seung Wan Ryo’nun 2017 yapımı filmi The Battleship Island’da da...
Jang Hoo’nun 2017 yapımı A Taxi Driver’ında da...
Ya da dizilere bakacak olursak, Squid Game’den sonra en çok konuşulanlardan, yine bu sezon üçüncüsü gösterime giren The Penthouse dizisi mesela veya The Devil Judge...
Veya geçmiş sezonlardan Mr. Sunshine...
İlk düşündüğümde aklıma gelenler tabii bunlar.
Yaklaşık 5 yıldır Kore dizilerinde izlemediğim dizi kalmadı...
Filmleri de öyle...
Yüzlerce belki binlere yakın yapım izledim.
İlla araya bir aç gözlülük teması sıkıştırılıyor.
Romantizm temalı diziler ve filmlerde bile, başrollerin eski aşkları ya onların ortak hesaplarındaki paraları alıp kaçıyor, ya başka kadınlarla birlikte olup aldatıyor.
Kafası dank edip de terk ettiği kahramana dönmeye kalktığında ise genelde, ‘Sen çok saftın. Ben de açgözlülüğümün kurbanı oldum’ tarzında bir cümle kuruyor.
Komedi filmlerinde ya da dramalarında bile bu temayı görürsünüz.
Son dönemde bunun üzerine çok düşünür olduğum bir gerçek.
Neden bu toplumda açgözlülük teması bu kadar belirgin bir şekilde işleniyor diye.
Açıkçası henüz oraya gidemediğim için bizzat bunun nedenini görüp, deneyimleyip, öğrenme şansım olmadı.
Sosyoloji konusunda da çok deneyimli olmadığımdan mütevellit, toplumun içinde bulunduğu koşulları kanıtlara dayanıp ortaya dökemiyorum.
Ama şunun gayet bilincindeyim ki, bir toplumun eksik yanlarını yaptıkları sanatsal işlerden az çok tahmin edebilirsiniz.
Çünkü durum bizim toplumumuzda da bu şekilde işliyor.
İnsanlar küçücük evlerinde, duvarların ardında şu an topluma izletilen dizilerdeki ve filmlerdeki durumları yaşıyor.
Hatta televizyon programları da bu durumu iyice kızıştırıyor.
Bizim toplumumuzda şu an gündem, yasak ilişkiler, entrikalar ve bunun neticesinde işlenilen şiddet suçları.
Hatırlayın şu an adları bile aklımda olmayan Yeşilçam’dan az buçuk başlayıp, 90’ların sonunda hit olan ve peşi sıra çekilen mafyavari dizileri ve akabinde sokaklarda kendilerini mafya zannedip dolaşan tipleri...
Güney Kore yapımlarına dönecek olursak, açgözlülük teması işleniyor işlenmesine ama, bu çok şuh bir durummuş gibi işlenmiyor.
Aksine, bak o aç gözlülük yaptı neleri kaybedip nelerden oldu ve şimdi ne haldeyi bize sonuna kadar veriyor.
Fedakarlığın ya da toplumsal kuralların aslında neden konulduğunu ve ne yapılırsa, nasıl bir insan olunursa sonunda iyiye, mutluluğa, huzura ve belki de paraya kavuşabileceğinizi gösteriyor.
Açgözlü davrandığınızda da başınıza nelerin gelebileceğini anlatıyor.
Bir nevi ahlak dersi veriyor baktığınızda.
Bizde ise tam tersi, toplum, sanat adı altında yapılan yapımların, alınacak dersleri yarım saatlik bakışmalarla anlattığı için alamadıklarından hayatlarında olmayan aynı o dizilerdeki yarım saatlik bakışmalar gibi durağan işleyişten zaten bunaldıkları için yapımların en kötü yanlarını cımbızla seçip hayatına empoze ediyor.
Kötü olursa ya da şiddetvari davranışlarda bulunursa, çalıp çırparsa, üçlü ilişkilere dahil olursa, kendi olmayana sahip olmak için çabalarsa, güçlü, mutlu, zengin olabileceğine inanıyor...
Böyle de garip bir ikilem var...
Bence bu uzun uzadıya incelenip bir tez konusu bile olabilir...
Şunu düşünüyorum, acaba sanat bize eksik yanlarımızı ya da olmamız gereken ‘doğru insan’ şeklini anlatmaya çalışırken, bir yerde rotayı şaşırıyor mu yoksa, kişiler o sanattan kendi benliklerine en yakın noktaları seçip bile bile yanlış insan mı oluyor?
Eğer durum ikinci ise Açgözlülüğün dibini yaşıyoruz desenize...
Belki de sanat, toplum için değil de sanat için yapılmalı...
Zira her toplum, sanatı, sanat olarak algılamıyor, yaşam biçimi haline getirebiliyor.
Gerçi burada aslında bu durumdan etkilenen toplum mu yoksa sanatın kendisi mi tam emin olamıyorum doğrusu.
Belli kalıplara dayanılarak ve sürekli farklı motiflerle tekrarlanıp sınırlandırılarak yapılan şeyler sanatı özgür kılmıyor.
Bu da şöyle bir durum doğuruyor ki, özgür olmayan şey ne denli sanatsal olabiliyor?
Tarih boyu hep şunu duymadık mı; Sanat özgürdür!