“Nerede o eski müzikler, sözler, besteler azizim” cümlesini kurduklarında itiraz eden, bu amcalar da bizim sevdiklerimizi bir türlü beğenmiyorlar diye hayıflandığımız 20’li yaşlarımızda dünya müziği uyarlamalarının hastasıydık.
Tabi o zamanlar müziğin her türlüsünün, farklı karakterlere sahip insanların yüreğindeki duyguların ezgilerle dışavurumu olduğunun farkında değildik belkide.
Ve o yaşlarda farkında olmadığımız sevinçlerimiz, kederlerimiz, özlemlerimiz, mutluluklarımız, acılarımız, söyleyemediğimiz sözlerimiz, anlatamadığımız duygularımız vardı fakat acımızı, aşkımızı, derdimizi, efkârımızı müzikle dışa vurduğumuzun farkında değildik.
Anadolu’nun bağrından, İstanbul keşmekeşine dalmış 20’li yaşlarımdaki bu farkında olmamak, dinlediğimiz müziklerde bile etkisini göstermişti. 90’lı yıllarda televizyonun etkisiyle daha çok patlayan pop müziğinin içine dalarak, türkülerimize, arabeske, sanat müziğine burun kıvıran bir nesil oluyorduk. İstisnalar tabiki vardı, fakat genele yayılan bu değişimi inkar edemezdik.
Burun kıvırdığımız o türlerin yerine koyduğumuz Anadolu Rock da aslında farkında olmadığımız bu duygulara tercüman olmuyordu. Teknoloji ile birlikte, acılarımız azalmaya, gurbet çekmemeye, özlem duymamaya, daha hızlı tüketmeye başlamıştık çünkü duygularımızı. Ferdi Tayfur’un, Orhan Gencebay’ın veya Müslüm Gürses’in müziklerindeki duyguları bulamıyorduk artık, çünkü ne o dönemin aşklarını yaşıyor ne de acılarını çekiyorduk.
Düşünsenize; Ferdi Tayfur’un, “Şimdi sen kim bilir ne duygulardasın, belki de en güzel uykulardasın” derken, instagram hikayesinde aslında o kişinin uyumadığını gördüğünü. Veya Orhan babanın whatsappına mesajlar gelirken şu cümleyi kurabileceğini sanıyor musunuz ki? “Ne sevenim var ne soranım var, Öyle yalnızım ki, Çilesiz günüm yok dert ararsan çok, Öyle dertliyim ki”
Söylemek istediğim “duygu tüketimi” bu işte.
“Bizim gönlümüze hasret düşüren
Şu geçit vermeyen dağlar utansın
Bizi bizden alıp yabancı eden
Şu uzayıp giden yollar utansın” diyen Müslüm babaya, ama uçak var baba çok özlediysen bin git diyecek bir nesildik çünkü.
Hatta şarkı sözlerinden o kadar kopuktuk ki; çok severek dinlediğimiz türlerde bile, anlam, duygu, his aramıyorduk. Mesela Teoman; “Kupa kızı, sinek valesi” derken bizim aklımız, akşam arkadaşlarla oynacağımız kağıt oyunundaydı. İskambildeki her grubun, toplumdaki belirli bir sınıfı temsil ettiğinin farkında değildik tabi.
Şöyle ki; Dönemin Fransa’sında dört toplumsal sınıf varmış ve iskambildeki o ikonlar bu sınıfları temsil ediyorlarmış.
Kupa: Asil sınıfı ve kilise
Maça: Ordu
Karo: Orta sınıf
Sinek: Köylü sınıf
İşte Teoman’ın “Bir iskambil falında
Çıkmıştık birbirimize
O güzel kupa kızıydı
Sinek valesiydim bense” derken aslında şarkıya korkunç güzel bir anlam kattığının farkında değildik. Şimdi uzun uzadıya, Kupa kızı ve sinek valesi hikayesini anlatmaya gerek yok değil mi?
İçimizdeki duyguları müziklerimize katmışız, müzikle dile getirmiş, kendimizi müzikle ifade etmişiz aslında. Bu yüzden, özellikle Türk müziğinde, hayatın her rengi, her duygusu saklı değil miydi? Türü, tınısı ne olursa olsun.
Aşk, ayrılık, yaşam, acı, sevinç, ölüm, gurbet, sıla… Her türlüsü…
“Eskiden daha güzeldi azizim” manası da burada saklı aslında. Farkındaysak güzelliği de görürüz. “O sen olsan bari”deki güzelliği de ileride bizim çocuklarımız göreceklerdir. Bize düşen en büyük görev, duyguların, anlamların, farkında olmalarını sağlamak sadece.