Peki “Milkway” ismi nereden geliyor biliyor musunuz?
Kulağımda “Samanyolu” müziği eşliğinde kısa bir genel kültür denemesi karaladım, buyurun;
Galaksi teriminin kökeni, Eski Yunancada bizim galaksimizi belirtmek üzere kullanılan "sütlü, süt gibi, sütsü" manalarına gelen galaxias sözcüğü ya da "süt dairesi" anlamındaki kyklos galaktikos terimidir.
"Süt Yolu" terimi eski Yunan mitolojisindeki bir mitostan kaynaklanır: Bir gece, Zeus ölümlü bir kadından olan oğlu Herakles'i fark ettirmeden uykuya dalmış olan Hera'nın göğsüne koyar. Bebek Herakles, Hera'nın memelerinden akan sütü içecek ve böylece ölümsüz olacaktır. Fakat Hera, gece uyanıp tanımadığı bir bebeği emzirdiğini fark edince onu fırlatıp atar ve boşalan memesinden çıkan süt de gece gökyüzüne fışkırıp akar. Hikâyeye göre geceleyin gökte sönük bir ışıkla pırıldar hâlde gördüğümüz “Süt Yolu” böyle oluşmuştur.
Süt Yolu tamam ama Samanyolu adını biz nasıl vermişiz?
Samanyolu denmesinin sebebinin İran'a ve Farsçaya dayandığı düşünülmektedir. İran'da galaksimize "Kahkesân" denir ve kelime anlamı "saman çeken" demektir. Osmanlıcaya "Kahkeşân" olarak geçmiştir.
Türk efsanelerinde kehkeşan daima yön tayiniyle ilgili olarak yer alır. Nitekim Anadolu’da kullanılan “gökdere, gök yolu” tabirleri, Hun Türklerinin Avrupa’ya akınlarında kehkeşan istikametinde takip ettikleri “ordu yolu”nun izlerini aksettirmektedir.
Değişik coğrafyalarda yönü az çok farklılık gösteren kehkeşan, özellikle yaz aylarında Orta Asya ile Avrupa arasında uzanan bir yol gibi göründüğünden büyük göçler bu yol doğrultusunda yapılmıştır.
Fars efsanelerine göre kehkeşan, kerpiç ustalarına saman taşıyanların düşürdüğü saman çöp ve tozlarından meydana gelmiştir. Türkçe’de “saman uğrusu” adı da bu efsanenin bir saman hırsızının bıraktığı izler tasavvuruna dayanmasından ortaya çıkmıştır.
Bu aralar isimler, semboller ve işaretler konularına fazlaca takıldım.
Son söz;
Galaksimizin içinde aslında ne kadar da küçüğüz değil mi?
Tavsiye; Carl Sagan’ın, Soluk Mavi Nokta kitabını mutlaka edinin.
Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her “yüce önder”, her aziz ve günahkâr onun üzerinde – bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.
Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.
Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.
Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer.
Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor, ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza…”