Türkiye’de nüfusun yarısını kadınlar oluşturmasına karşın kadın hala ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmektedir.
Kadının toplumumuzda bu güne kadar çağdaş ve hak eşitliğine dayalı bir statü kazanamamasının en temel sebebi, kadının toplumdaki algılanma biçimidir.
Son günlerde çok sık duyduğumuz kelimelerin başında ‘toplumsal cinsiyet’ gelmekte.
Toplumsal cinsiyet, toplumun kadına verdiği görev ve sorumluluklar, toplumda kadının nasıl görüldüğü, algılandığı ve beklentileri ile ilgili bir kavramdır.
Bir insanın cinsiyetini doğal süreç belirlerken, toplumsal cinsiyeti yaşanılan bölgedeki kültür belirlemektedir.
Yüzyıllar boyu toplumsal cinsiyet ayırımcılığına maruz kalan kadınlar siyasal, yasal, sosyal ve ekonomik haklara sahip olmada, bu haklarını kullanmada toprak ve sermaye gibi kaynaklara sahip olmada eşitsizliklere uğramışlardır.
Günümüzde her ne kadar dünya ülkeleri kadınların toplumsal cinsiyet ayrımcılığına maruz kalmasını önlemek adına çalışmalar yapsa da, kadın tarih öncesi dönemlerden bu günlere değin, kalıplaşmış bir davranış durumuna maruz kalmaktadır.
2020 yılındaki TÜİK verilerine göre ülkemizde kadınların işgücüne dahil olamama nedenleri incelendiğinde, 11 milyondan fazla kadın ev işleriyle meşgul oldukları için işgücüne dahil olamadıkları ortaya çıkmıştır.
Çünkü bizdeki toplumsal cinsiyet kültürü, kadının ev işleriyle, evdeki çocukların bakımıyla ilgilenmesinin kadının başlıca görevi olduğunu öğretmiştir.
İslam dini kabul edilmeden önce göçebelik devrinde Türk kadını devrin erkek tipine eşittir.
Ailede ataerkil değil, anaerkil bir düzen mevcut olmakla birlikte, anne ve baba soyu değer açısından birbirlerine eşit tutulmuştur.
Orta Asya’da Hun İmparatorluğunun hakimiyeti süresi boyunca Hun İmparatorluğunu Başkan (Hakan) ve karısı (Hatun) ile birlikte yönetirlerdi.
Orhun Kitabelerinde hatta sıklıkla şu cümle birlikte anılır, “Devleti idare eden Han ve devleti bilen Hatun…”
Orhun Kitabelerinde Türk kadınından saygı ile bahsedilmektedir.
Hatta o dönemde halktan olan kadınlar, erkeklerin yanında dövüşebilmek için iyice eğitilirler ve tepeden tırnağa silahlandırılırlardı.
Evli kadın kutsal sayılır, ona tecavüz edenler şiddetle cezalandırılırdı.
Kızlar kendileriyle evlenmek isteyen erkeklerle düello eder, yendikleri erkeklerle evlenmezlerdi.
Türklerin Anadolu topraklarına yerleşip, İslamiyet’i benimsedikten sonra bile kadının yine değerli olduğunu Dede Korkut hikayelerinde görebiliyoruz.
O dönemde toplumda kadın yaptığı işler bakımından erkekten farksızdır.
Türk kadınının İslamiyet sonrası haklarını kaybetmesi zamana yayılmıştır.
Osmanlı devrinde Bizans ve İran tesirlerinin kadınların üzerinde daha etkin hale geldiğini görmekteyiz.
O dönemde köylerde iktisadi faaliyetlere katılan kadın, şehirlerde evlerine kapanmıştır.
Türk kadının özgürleşme çabaları, toplumda din, ırk veya cinsiyet ayrımı gözetmeksizin bireysel hakları güvence altına almak için 1839 tarihinde ilan edilen Gülhane Hattı-ı Hümayun’dan sonra belirginleşmeye başlar.
Daha sonraları Cumhuriyetin kurulmasıyla Atatürk’ün önderliğinde 1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanunla kadınların hayatında önemli değişiklikler meydana geldi.
Hatta Atatürk’ün bir sözü vardır, “Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki, bu kitlenin bir parçasını ilerletelim diğerini görmezlikten gelelim de kitlenin tümü ilerleme imkanı bulabilsin? Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı toprağa zincirle bağlı kalırken göklere yükselebilsin?”
Kadının toplumdaki eşitliğini sağlamak için birçok ülke çalışmalar başlattı.
Mesela bugün günümüzde Japonya’da bizden farklı bir bakanlık bulunmakta, Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı.
Bu bakanlık, kadının toplumdaki yerini erkekle eşit tutmak için, kadının ülke ekonomisini geliştirmede erkekle eşit şartlara sahip olabilmesi adına çalışmalar yapmaktadır.
Kadın baktığınızda çok bir şey istemiyor aslında.
Kadın, sadece en az erkekler kadar insanca muamele görmek ve onlarla eşit haklara sahip olmak istiyor ki, bu da en büyük haktır.
Nereden nereye…
Paylaş